İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin iştiraki İzbeton A.Ş.’de meydana gelen iddialar çerçevesinde yürütülen soruşturma, taşeron firmalar üzerinden yolsuzluk iddiasını gündeme getirmiştir. İlk duruşmada, eski belediye başkanı Tunç Soyer ile birlikte aralarında CHP il başkanı ve İzbeton’un eski genel müdürü gibi isimler bulunan 65 sanığın yargılanması için süreç başlamıştır. Bu davaya ilişkin olarak Tunç Soyer’in kızı Defne Soyer ile avukatının Türkiye gazetesi yazarı Cem Küçük’e gönderdiği mektup da kamuoyunda ilgi görmüştür. Defne Soyer’in ilettiği yazıda şu ifadeler öne çıkmaktadır: dava, başlangıçta bir hukuk davası olarak görülmeliydi; Danıştay kararlarıyla da hukukî bir ihtilaf niteliği taşıdığı belirtilirken, ceza davası olarak ele alınmıştır. İddianamede dolandırıcılık suçlaması yer alsa da suçun unsurlarına ilişkin net delil bulunmadığı ve kişisel menfaat elde edilmediği tespiti yapıldığı savunulmaktadır. Ayrıca kentsel dönüşümde kooperatifçilik modelinin uygulanmasının tek amacı olarak evlerini uzun süredir bekleyen hak sahiplerinin güvenli konutlara kavuşması ve deprem dirençli bir kent oluşturulması gösterilmektedir. Nitekim 2012’de Bakanlar Kurulu kararına uygun olarak Belediye Kanunu’nun 73. maddesiyle İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne kentsel dönüşüm görevi verilmiştir; ancak müteahhitler kârlı görmediği için ihaleye katılmamıştır. 2019 yılında Tunç Soyer göreve geldikten sonra dahi ihalelere devam edildiği, her proje için en az iki kez ihale açıldığı ve projelerin zamanla revize edildiği ifade edilmiştir. İzmir Depremi sonrasında depremzedelerle birlikte hayata geçirilen Halk Konut yaklaşımı ilhamıyla İzbeton’a verilen alanlarda da dayanışmacı bir finansman modeli olarak kooperatifçilik uygulaması başlatılmış ve inşaatların başlaması sağlanmıştır. Bu bağlamda dolayısıyla Tunç Soyer ve tutuklu kamu görevlilerinin görevlerini yerine getirdikleri için tutuklu bulundukları savunulmaktadır. Türkiye’nin depremle mücadele eden bir ülke olması nedeniyle tüm paydaşların eşgüdümü gerektiği ve yaşam hakkını güvence altına alan çözümler üretilmesinin önemi vurgulanmaktadır.
Muhalefetin ve mahkeme sürecinin tartıştığı konular arasında kooperatiflerle yapılan sözleşmelerin niteliği, yönetim kurulu kararlarına ilişkin imzaların sonradan tamamlanması ve kamu zararı iddiaları bulunmaktadır. Ancak Sayıştay’ın tavsiyelerine uyulması nedeniyle hukuka aykırılık tespit edilmediği ve kooperatifleşme modelinin tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de uygulanabilir olduğu ileri sürülmektedir. Yapı kooperatifçiliğinin şeffaflığı ve güvenilirliği, ilgili mevzuatların ortak denetimiyle sağlandığına dikkat çekilmektedir. Davada belirtilen gecikmelere bağlı olarak kira yardımı uygulanmasının kamu zararını oluşturduğu iddiası ise, hak sahipleriyle yürütülen uzlaşmaların yaklaşık on yıl önce başladığı ve kooperatifleşmenin bu süreçte kilit rol oynadığı gerekçesiyle savunulmaktadır. Sonuç olarak, dolandırıcılık suçuyla bağdaşmayacak birçok tartışmanın varlığına rağmen tutukluğun bir ceza olarak kullanılmaması gerektiği ifade edilmektedir.