Yaşamanın kırk yılını sinemaya adamış bir isim olarak Robert Redford, altın çağın son temsilcilerinden biri olarak hafızalarda yer ediyor. Göz kamaştıran bir yakışıklılığın ötesinde, sahnede ve perde arkasında derin bir sanat aşkı taşıdı. Gençlik yıllarında basketbolu seçen, Paris’e ressam olma hayalleriyle giden ama sonunda oyunculuğa yönelen bir sanatçı olarak öyküsü, bir dönemin sinema dünyasını şekillendirdi.
USTA AKTÖR VE YÖNETMEN
Paul Newman ile karşılaştırıldığında, Redford’un yıldızı 1969 yapımı Sonsuz Ölüm ile parladı ve bu filmden sonra sinema dünyasının akışını değiştirmeye başladı. Oynadığı pek çok yapıt, onu sinematik bir tabloya dönüştürdü: The Hot Rock, The Way We Were, The Sting, The Great Gatsby, Three Days of the Condor, All the President’s Men ve daha niceleri. Yönetmenliğe adım attığında ise Ordinary People ile Oscar’a uzandı ve yönetmenlikte de kalıcı bir iz bıraktı. Bununla birlikte, toplumsal ve politik meseleleri sineme taşıyarak sinema tarihine dokunduğu eserleriyle hatırlandı.
BAĞIMSIZ SİNEMANIN DESTEKÇİSİ
Redford, Hollywood’un sistemik yapısını eleştiren, ticari odaklılığın sanatı gölgede bıraktığına inanan bir figür olarak öne çıktı. Kâr odaklı stüdyo kültürünün, yaratıcı süreçleri sınırladığını savundu ve bağımsız sinemanın yolunu açtı. 1981’de Sundance Film Enstitüsü’nü kurması, bağımsız üretimleri teşvik etmek için atılan önemli bir adım oldu. Bu hareket, Hollywood’un dışında da kaliteli ve özgün filmler üretebileceğini göstermeyi amaç ediyordu. Redford’un yaklaşımı, “Hollywood’a karşı çıktığımı söyleyemezdim, çünkü ben orada bağımsız olmaya gayret ettim” şeklinde özetlenebilir.
Çevre duyarlılığı, enerji politikalarına karşı duruşu ve Irak ile Afganistan savaşlarına eleştirel bakışıyla da değerli bir figür olarak öne çıktı. Günümüz yönetim biçiminin eleştirisini yapan Redford, sinemanın etik ve vicdani sorumluluk taşıdığına inanan bir sanatçı olarak, gerçek bir yedinci sanat ustası olarak hatırlanır.